29 Eylül 2021 Çarşamba

Zülfü Livaneli



Beni uykusuz bıraktı bu anıları hatırlama işi. Yıllardır ilk defa uyuyakaldım. Anı çok ama hatırlamak çok zor oluyor kimi zaman. Lanet internet yoktu o zaman. Benim de içinde bulunduğum olaylar daha çok görüntüye dayanıyor. Normal insanlar anılarını yazmışlar hep. Mesela aziz Paulus'un yolculuklarını Eusebius'un I. Yy da yazdıklarından öğreniyoruz.

İnternet arşivleri çok yeni. Aklınıza gelen herşeyle ilgili bir doküman aradığınızda yakın tarihler ile ilgili şeyleri bulabiliyorsunuz. Keşke ben gençken olsaydı tüm bu kolaylık diyorum ama benim yaşadığım hayatın tanığı olması zor. Ne yapalım. Geç başladık anlatmaya. Çok kereler anlatmışımdır ama siz de o aralarda yoktunuz. Yeniden eski zamanlardan biriyle konuşup canlandırmak isteği oluşuyor ama dönüp baktığımda ya ölmüş oluyorlar ya da... ölmüş oluyorlar...

Eski yıllardı. Zamanı siz bulun. Koral Sarıtaş'ı hatırlayan dostlarım gibi.
Koral, Marşandiz müzik gurubunun bir üyesi. Henüz gurup üyesiyken yine hatırlayamıyorum hangi parça olduğunu, bir parçalarına klip çekmiştik. Oradan tanışıklığımız var. Levazım sitesinde bir yönetim ofisi vardı Koral'ın. Henüz klip olayları patlamış değil. Orada görüşüyoruz. Zülfü abi ile tanışmanız lazım dedi bir gün. Livaneli bu, gurur duyarız falan.Sizi anlar, çok donanımlı adamdır falan. Bir şarkı kaydı verdi. Biz hemen oturduk, çalışmaya başladık. Heyecan var. Zülfü gözümüzde çok parlak görünüyor. Fransa dan yenilerde gelmiş.

Oğlanlar, Marşandiz yani çok şahane herifler. Yetenekli, eğlenceli. Biri Tanju idi hatırladığım. Türk müziğinde yeni ve modern keşifleri olan biriydi. Davul çalardı galiba.
Öbür ikisi hatıramda yer etmemiş.

Neyse uzatmayayım. Kalktık gittik randevuya. Orhan abim ressamdır aynı zaman da demiştim sanırım. Ben biraz Fransa hakkında çalışmıştım. Hoca da storyboardlar hazırlamıştı
Zülfü geldi. Tanıştık. Sohbete başladık. İşte benim dostlarım şöyledir böyledir diye bizi Zülfü'ye beğendirmeye çalışıyor Koral. Ama adam işte bu Türk sineması falan, çok yetersiz, çok kültürsüz filan başladı. Beni tahrik eder öyle şeyler. İçim biraz tuhaf oldu. Sonra Orhan hocam çizdiği storyboardları koydu masaya. Vallahi abartmıyorum, çok yetenekli adamdı. Gözlerim doldu gördüklerimden. Zülfü de şaşkın bakıyor öyle. Ben aldım sazı elime. Rimbaud 'dan girdim Aragon'dan çıktım. Zülfü bu, herboku biliyordur sanıyorum. Onca zaman Fransa'da kalmış ya. E işte solcu falan. Sempatimiz de var.

Sona Truffaut'yu bıraktım. Sinema, sembolizm, güçlü imajlar falan. Ben bile kendimden etkilendim. Adam hiç bir şey anlamadı yahu...

O hâlâ Yeşilçam a bok atıyor. Beni gıcık etmeye programlı sanki... Sonra bir süre durdu ve bize dönerek kızımın şöyle bir parçası var, ona klip çekin. Ben de görmüş olurum hem. Beni de ikna edersiniz dedi. Ulan sen kimsin be demedim ama her an ağzımdan bir şey çıkacak gibiydi. Yeniden buluşma ayarlandı. Aylin in klibi için...

Adam Fransız şiiri ve şairler konusunda tınn, sembolizm hakkında bilgisi yok ya da ilgisi yok. Yıllar sonra da benzer durumlar yaşadım. Çok hızlı karar verdiğimi sanıyordum. Hemen herkes için kaşının 0stünde gözü var diye listeden siliyorsun oğlum diyerek kendime kızıyordum. Zülfü hakkında hiç yanılmadığım konusunda eminim.



Yukardakini çalışıp Zülfü'nün karşısına yeniden çıktım.

François Truffaut çok değerli bir yönetmendir. Les Quatre Cents Coups-400 Darbe anlamına gelir. Fransızcada 400 darbe okulu kırmak anlamında bir deyimdir. Aylin'in şarkısı da Okulu Asardım adında bir şarkı.
Siyah beyaz, çok iz bırakan bir filmi Truffaut'nun filmi.

Filmi biliyorum. Küçük bir çocuk bir gün okulu kırar o gün annesini biriyle yakalar. Sonra da bu travma çocuğu yıkar.
Adam bunu bilmiyordur inanışım çok sağlam. Ben de Yeşilçam emekçilerinin intikamını almanın peşindeyim.

Neyse işte gördüğünüz bu klipi çektik. Çok eski zamanlar. Sevgilisi var bizimle birlikte.

Çektik, yayınlandı. Zülfü beğendi iyi mi 😳
Tamam dedi benim şarkımın klibini de siz çekin...
Genç ve ateşli olduğum yıllar. Fazla karışmadım hikayeye. Orhan abim yazdı, çizdi ve sadece çekim boyunca sessizce izledim.

İşte yine geldik zurnanın zırt dediği yere. Montaj zamanı... Her film montajda belli olur. Bknz, Antonioni...

Antonioni'ye film nasıl oldu diye soruyorlar. O da cevap veriyor; bilmem, masada belli olur...
Montaj zamanı Orhan hoca ben gelmeyeceğim. Montajı sen yap dedi bana. Hocam film senin dememe rağmen oğlum sen artık yönetmensin, zamanlaman çok iyi. Git ve yap. Zaten ben bir süredir kendimi tutuyorum. Dayanamam. Hallet dedi. Haber geldi bu arada, Zülfü aramış. Montajda bulunmak istiyor. Al bakalım şimdi. Ben yönetmene karışmam sadece nasıl gidiyor görmek istiyorum. Ekibe güvenim tam demiş.

Sonuçta masaya ben oturdum. Abarttığımı düşünmeyin, masada çok iyiyim. Saniyede 25 kare geçiyor o zamanlarda. Her kareyi sayarım. Oturup sayıyor değilim. Bu garip bir duygu işi. Operatörden iyi görüp hissediyorum.
Montaja başladım, Zülfü geldi. Sanıyorum parça 3 buçuk dakika sürüyor. Akşam saatlerine kadar 2-2.20 kısmını bağladım. Adam arkadan izliyor. Her dakika takdir, teşekkür falan. Çok iyi gidiyor, bayıldım filan

Gece yarısına doğru izin isteyip kalktı. Yine övgüler, teşekkürler falan. Siz bitirin dedi. Güvenim tam, tekrar teşekkür ederim dedi ve gitti
Sabahın ilk ışıklarına kadar çalıştım. Bitirdim ve masteri elime aldım. O çok şahane bir andır. Bir pastaneye girip kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırdım ve evime doğru yola çıktım

Gelelim sona. Bitmiş işi gazeteye gönderirsiniz demişti Zülfü. Ben eminim. Temiz işti. Zaten Aylin'in klibini de bayılarak beğenmişti. İçim rahat. Sonra gazeteye (Sabah) gönderdim.
Adam telefon edip yeniden teşekkür manzumesini sürdürdü ilk bir iki gün. Sonra ses çıkmaz oldu.

Merak ediyorsun tabi. Derin bir sessizlik sürdü bir süre daha
Sonra bir gün tv da bir klip gördüm. Galiba Hakkari'de Bir Mevsim filminden parçalar falan
Ya da değil. Benzeri bir film. Zülfü bir ara film falan yapmıştı. Ama oyuncu ama yapan adam olarak. Oraları hatırlayamadım

Çok da önemli değil. Bir şekilde ulaştım. Ben klibi beğenmedim dedi. E niye peki. 10.000 teşekkür filan, övgüler şu bu. Ne oldu?

Gazeteden arkadaşım Savaş ile izledim. O beğenmedi dedi. 😳
Ulan diyorum sanatçı olan sensin, bir kısa film hakkında konuşmak Savaş Ay'a mı kaldı?

Meğer kalmış.
Bazen edebiyat, sinema, sanat üzerine konuşacak olduğunu sandığın adamların hiç de sandığın adam olmadığını farkedersin ya. İşte öyle bir andı. Esen, kusura bakmadın herhalde...
Birileri için, tanımadan yargıda bulunmak her zaman doğru sonuç vermez. Böyle bir şeyle bitireyim. Rıza Silahlıpoda'yı bilirsiniz. Şarkıcı Nilüfer ile mi evlenmişti hani...

Galiba doğru hatırladım bu sefer. Gerçi kim kimle evli bilmem. Ama adama acayip gıcıktım. Tanımadan önce. Sonra tanışınca gördümki, bu tevazu, bu incelik, nezaket, kibarlık falan. Adam bu dünyadan olamaz dedim.

Ha evet. Şahane bir adamdı. Hakkında çok yanıldığım insanların belki de birincici olmalı.
Önceden karar vermek yanıltıcı olabiliyor. Sentimental davranışlar içinde bulunduğum doğrudur. Aklın duygularına baskın olduğu zamanlar şart.

28 Eylül 2021 Salı

Bugün Uğur Dündar.



12 Eylül sonrası. Turgut Özal cumhurbaşkanı artık. O yıllar yani. Hepiniz oradaydınız. Hatırınızda. Yani zamanı aşağı yukarı bilirsiniz. Henüz hızlı bir giriş yapmamıştı özel kanallar. TRT'ye freelens çalışıyorum zaman zaman.

Küçük bir kaset çalarım vardı. Yanıma alırdım zaman zaman. Yine öyle bir gün. Stüdyolar katında bir küçük oda vardı. Stüdyo yönetmenleri odası. O gün boştu ve kendimi oraya atıp yalnız kalmak, büyük bir çay alıp sigaramı tüttürmekti olağanüstü planım...

Öyle yaptım. Bilirsiniz o kasetleri. Koydum teybe, bastım play tuşuna ve meşhur planımı uygulamaya başladım. Kapı açık dururdu. Gelen geçenden haberim olsun, ne olup ne bittiğini göreyim isterdim. İlle de Bahattin geçerse sohbete takılayım diye. Bahattin kısa boylu, ne dediği her zaman anlaşılmayan, komik bıyıklı, çopur tipli bir adamdı. Güvenlik görevlisi idi. Bayılırım öyle adamlara. Dedikoducu ama her olan bitenden haberdardı. Muhabbeti de eğlenceli. Ondan bir haftadır neler olup bittiğini şıp diye öğrenirdin.

Yahu hep dalıp gidiyorum. Ne anlatacaktım ne diyorum. Konu Bahattin değil elbette. Aklıma geldi, onu anlatmadan geçemedim.

Neyse, kapı açıktı. Çok net hatırlıyorum. Kafam önümde, kitap okuyorum. Bir yandan müzik dinliyorum. Fakat o ne? Kapının önünden üzerinde açık renk takımı olan, saçları uçuşan bir kız geçti. Rüzgarı beni uyandırdı anlayacağınız. Kız hızla geçti. Bir an bakakaldım bıraktığı ize. Kısa sürdü ama. Kız aynı hızla geri döndü ve karşımda durdu. Bana bakıyordu. Vay canına dedim. Kim bu. Sanki bir yerden tanıyordum ama bilemedim. Kim olduğu umurumda değil ama karşımda duruyor yahu. Kız içeri girdi birden. 

Sen kimsin? dedi.
İyi de sen kimsin? 
dedim refleks olarak. Gülerek -çok da güzel gülüyordu- 

Cansu ben dedi. Cansu Akbel. 
Kesinlikle miyoptu. Çok iyi biliyorum. 8 yaşımda takmıştım o gözlükleri. Hep miyoptum. Kimi görsem miyop mu değil mi bilirdim. Gözlerini kısarak gülen yüzüyle, 

Geçiyordum, müziği duydum. İlgimi çekti, hemen döndüm dedi.
Stüdyo yönetmeni sen misin? 
Hayır diyecektim ama ağzımdan ses çıkamadı. Hah tamam o halde. İzzet ağabeye söyleyeyim, gelsin yanına diyerek devam etti.

Tesadüfler güzeldir. Masanın üzerine uzanıp masanın üzerindeki telefonu kaldırdı. Dahili bir hat çevirdi ve karşısına çıkana 

abi hemen buraya gel. Çok ilgini çekecek bir şey buldum dedi.

O ilginç şey benmişim meğer. 
Biraz geçti, paldır küldür içeri bir adam daldı. İzzet Öz... 
Kızı o kadar hoş bulmuştum ki her olana anlamsız bakıyordum içeri girdiğinden beri. Neyse bizi tanıştırdı. Adam bu akşam bizimlesin dediğinde ayıldım. Anladım ki o bir süredir konuşuyordu. 😁 

Yahu ben o değilim diyeceğim ama fırsat olmuyor. Akışına bırak oğlum dedim kendime. Nasılsa biri gelir, ben de çıkar giderim hiç ses etmeden. Meğer adam Arena isimli canlı yayın yönetmeni imiş. Ve beni de stüdyo yönetmeni sanmış. Birazdan Uğur abi gelecek. Onunla tanış, sonra oturur yayında ne yapacağımızı konuşuruz dedi...

İşim olmayan iş, üstüme kaldı kısaca. Kulakları çınlasın Cansu Akbel 'in. Tabi o bilmez böyle olduğunu. Neyse Uğur abi geldi. Tanıştık, uzun uzun iş hakkında konuştuk. Aslında ben stüdyoda ne olduğunu biliyorum ama işin nasıl olduğundan bihaberim. O sırada Talip geldi. Yani stüdyo yönetmeni olan arkadaşım. Hemen ona bana kısa bir kurs göstermesini, bunun özel bir şey olduğunu falan anlatıp ikna ettim. Sonuçta evine dönecek ve yatacak, ben de bu angaryaya atlayarak onu kurtaracak olan enayiydim...

İlginç bir deneyimdi. Kimyasal bozunma ile ilgiliydi konu. Kimyasal atıklar falan, olmayan arıtmalar şu bu... 2 saati aşkın bir canlı yayındı.

Neyse yayın bitti. Herkes sarılıp öpüştü, birbirlerini alkışladı. Aklıma Ateş Nesin'den duyduğum bir hikaye geldi. Aziz Nesin'in Rusya da aldığı bir ödül sonrası havaalanındaki veda töreni geldi. Hani ustayı yolculamak için gelen heyetin uzun kalabalığının sonunda üç kız hostes beklemektedir. Aziz Nesin de iç geçirerek sondaki kızları gözönünde tutarak bu erkek erkeğe vedaya sarılıp öpüşerek katılmayı gönülsüzce kabullenir ya. Aynen öyle bir durum. Bilirsiniz Ruslar iki yanaktan sonra😂😂... Ben de aynı durumdayım. Siz hiç genç olmamış gibi kıs kıs gülmeyin. Her şeyden haberim var😉

Bu kadar lafa ne gerek var demeyin. Durumu tarif etmek sonunda olanları anlatmak için gerekiyor.
Neyse ben gönlümdekini aldım. Koridora çıktım. Uzun bir koridor vardır stüdyolar çıkışında. Uzun bir borunun içindeymişsiniz gibidir. Bir ucunda küçük bir masa vardır.
Hemen oraya yığıldım. Hep yaptığım gibi sigaramı yakıp büyük bardaktaki çayı önüme çektim.

İnsanda keyif bırakmazlar canım. Yahu daha iki yudum almıştım ki masadaki telefon durmadan çalmaya başladı. Ulan sana ne? Elini sürme işte, çalsın dursun. Öyle olmuyor. Zaten bu canlı yayın çok yorucu bir işmiş. En azından biraz kafam dinlensin diyerek telefonu açtım...
Santralden arıyorlar, yırtınarak. Aman Uğur ağbi nerede diye. Çabuk bulun, cumhurbaşkanı arıyor diye...
Ben ne bileyim. Kafayı kaldırdığımda tünelin ucunda kapılardan birinden, takım elbiseli birinin çıktığını farkettim. Seslendim, duydu geldi. Ben oturuyorum. Uğur Dündar tepemde. Cumhurbaşkanı seni arıyor deyip ahizeyi uzattım üstada..

Ben oturuyorum dedim ya. Bilirsiniz ufak tefek bir adamım. Uğur da tepemde, ayakta duruyor. Adam heyhüla gibi. Eski telefonları hatırlayın. Kocaman siyah bir şey. Bir de kablosu var.

Kablo kafamın üstünden uzayarak Uğur'un elindeki ahizeye ulaşıyor. Yine bilirsiniz o spiral kablolar hiç düzelmez, hep karışıktır. Konuşma başladı bu arada. O iki metrelik adam telefonda konuşurken aceleyle cekedini ilikledi, eğildi ve öyle konuşuyor. Bir yandan da bana bir takım işaretler yapıyor. Şahane, harika, tebrikler falan. Sağolun sayın cumhurbaşkanım, sağolun varolun falan diyerek. İlginçdir bir yandan da eğilmeye devam ediyor. 15-20 dk sürdü konuşma. Sona geldiğinde teşekkürler, saygılar falan diyerek eğildiği yerden yukarıya, bana telefonu uzattı.

Adam İstanbul'da, telefon Ankara'dan geliyor. Cekedi ilikledi hadi diyorum ama bir yandan da her laftan sonra eğilerek saygı sunuyor. Sonunda oturan benden alçak bir hale geldi. Ayağa kalktıktan sonra sarılıp öpmese iyiydi.

Uzun bir süre buraya geldiğimizde bizimle çalış dediler ama bu benim işim değil dedim. Bir kaç program için yardımım oldu ama hep uzak durdum.

Ne anladım ben bundan diyorsunuz. Anlayacak fazla bir şey yok. Sadece aklınızda olsun. Her güzel kızı öpmenin peşinde olmak başınıza olmadık işler açar. Bu bir... 
İkincisi, bu kadar uzunsanız olur olmaz eğilmeyin. Kalkmanız uzun sürer. Kalktığınızda da eskisi kadar uzun olamazsınız...

27 Eylül 2021 Pazartesi

Sakıp Ağa
















Bir ara sevindirdiniz beni. Yazacaksınız diye epeyi ümitlenmiştim. Tamam, anladım. Ben zaten facebook, twitter falan yazıyorum diyorsunuz. Ama anlatıcılık öyle bir şey değil. Yüz yüze olmak gerekir. Ben size anlatıyorum mesela. Nerdeyse hepinizle yüzyüze oluyorum. Hem teşekkür borçlusunuz bana. 40 yıl önceki yüzlerinize karşı anlatıyorum. Gencecik, sağlıklı, henüz gülebilen yüzlerinize. Onu hatırlıyorum çünkü. Hafızam öyle çalışıyor. Mesela lise arkadaşlarımı, taa o zaman ki yüzleriyle hatırlıyorum. Daha kötüsü ilkokul arkadaşlarımı küçük birer çocuk olarak. Kiminle zaman içinde karşılaşsak, o gördüğüm son hali olmuyor kafamda. Hem zaten 60 lı yaşlarında bir yüzü gördüğün halde baktığın yüzün hep 18 yaşında görünmesinde ayrı bir güzellik var.

Neyse, yazın yahu ne olur. Söz veriyorum ben yazacağım. Memleket manzaralarından da bahsedeceğim, kendi hikayelerimden de. Anılar da olacak içinde. Sıkılırsanız söyleyin ama. Çünkü bildiğiniz oturup yazıyorum. Önce yazıp sonra kopyala-yapıştır yapmıyorum. Çalakalem yani. O yüzden söyleyin. Bir yerde durayım. 😁

Ama siz de yazın. Herkesin belki de unuttuğu hikayeleri vardır. Göçmenlik hikayeleri iyiydi ya işte. Kabul ediyorum, artık eskisi gibi her an yeni bir macera yaşamıyoruz. Genç değiliz artık. Durmuş oturmuş da olsa bizim de yaşadığımız heyecanlar var 😎😁. Vardır yani. Sizi gaza getirmek için ilk ben yazacağım. Şu köpekleri çişe götürüp geri gelince başlayacağım. Tabi bir fincan çay alıp, oturunca. Hatta aklıma eski bir anı geldi. Sakıp ağa ile ilgili. Görüşürüz...














Sanıyorum 89 yılıydı. Hep yaptığım gibi koca bir bardak çay alıp, İstanbul televizyonunun manzarasında sigaramı tüttürmeye çıkmıştım. Bilirsiniz, TRT hâlâ o şahane manzaraya hakim yerinde ama galiba Ayazağa bölgesine taşıyacaklar 😪. 
Neyse, konumuza dönelim. Atlı Köşk'te Sakıp Sabancı ile bir sohbet yapılacak. Dramatik ögeler falan var. Gidip bunu sen çek dediler. Orada işler nasıl yürüyor, bu başka bir yazı konusu. Bırakalım şimdi. Neyse ekiple birlikte yola çıktık. Atlı Köşke vardık. Bir yandan kafamda tasarlıyorum. Çünkü kafamda bir Sakıp Sabancı imajı var. Çok da sinirime dokunuyor. Benim için zor bir gün olacak diyorum. Bilenler bilir. Hem daha gencim hem de fevri biriyim. Tutamam kendimi diye endişeliyim. Kesin bir sorun çıkacağı inancını yaşıyorum. Ağa bizi kapıda karşıladı. İçimden numaracı herif diye söyleniyorum. Bir yandan da o güne kadar 75 kadar videoclip yönetmişim ama kendime güvenim her zaman olduğu gibi sınırsız gelmiyor gözüme.

Neyse, oturduk. Uzunca bir sohbet oldu. Adama olan bir kızgınlığım var ya, o bile geride kaldı. Araları nasıl dolduracağım hep onu düşünüyorum. Alt kattayız. Her yer resim galerisi gibi. Ayvazovski bu kadar resim yaptığından habersiz diyorum kendime.
Uzunca sürdü iş. Sakıp Ağa yardımcıya çay söyledi. Hem acıkmışım hem de çişim gelmiş bir yandan da. Yardımcı çaylar için çıkınca fırsattan istifade izin istedim. Atlı köşkün alt katı dev bir salon. Mecburen tuvaletin yerini sordum. Ağa bana tarif etti. Misafir tuvaleti varmış. Uzun bir yürüyüş yaptım ve tuvaleti buldum. Bir şok daha yaşadım orada. Kapıyı açıp içeri girince sağlı sollu Ayvazovskiler duvarlarda! Kabine girene kadar insan nerede olduğunu unutuyor. Neyse çiş iyice sıkıştırınca kendimi son kapının ardına atıverdim. Ulan bu ne?! Klozetin ardındaki duvarda bahsini bile duymadığım bir Ayvazovski karşıladı beni. Aklınızda olsun. İşinizi ya evinizde görün ya da sağda solda pek bir şey içmeyin. İnsan o resmin karşısında ne yapacağını bilemiyor.

Tabi bir yandan kapitalizmin zararları ve temsilcileri hakkında kendime bir söylev çekerken bir taraftan da resmin muhteşemliği karşısında aklım karışıyor. Uzatmayalım. İçerideki manzarayı anlatmak istedim, kusura bakmayın. Çıktığımda soğuk çaylar gelmişti ve uşak! beni bekliyordu. Ağa tepemde duran adama, 

Yahu Şu Emirgan fırınından geçende aldığınız poğaçalar ne oldu getir de yiyelim 
dedi. Al işte! Sinirlerim zıpladı yine. P...k bize bayat şeyler yedirecek diye ağzım burnum oynamaya başladı. Tamam şimdi tutamayacağım kendimi derken görevli 

Efendim onlar bayattır artık 
demez mi 😳. Boşver dedi ağa, çaktırmadan ağzının içinde mikrodalgada ısıtıver. Kimse anlamaz dedi. Yahu ben o tarihte Kızıltoprak da bir bekar evi tutmuşum. Microdalga falan da bilmiyorum. 

Ne diyor bu 
merakım kafama takıldığı için yeteri kadar bu kapitaliste dersini veremediğim için de huzursuzum zaten. Neyse ki henüz sigara içmek yasak değil. Hemen sakinleşmek için bir sigara yakıp rahatladım. 

Hadi gel 
dedi ağa bana. Yukarı çıkalım, ailemle tanış. Merdivenlerden çıkınca kapısı açık ilk odada kızlarıyla tanıştırıldım. Ve sonra zurnanın zort dediği yere geldik.
Ben de biliyorum, zırt dediği yer olduğunu ama durum tam olarak zort! Hemen yandaki odada bir tekerlekli iskemleyle hareketlenen bir genç bizi yolda karşıladı. Görüntüsü felaket idi. Ağa bana işte bu da oğlum dedi. Çok şaşkındım. Dahası birden adam bana sımsıkı sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamaz mı?!

Yahu daha gelirken yolda kendine vaaz veriyordun be adam. Ne olacak şimdi diye geçirdim içimden.
89 un o gününden bu yaşıma kadar öğrendiğim en gerçek şey şudur: Sen dertlerinle hep kendine acırken bilmen gereken gözünle görmesen bile her evde başka dertler olacağı gerçeğidir.

Evet kapitalizm berbat bir şey, kapitalistler boktan adamlar. Ama bu dünyanın en düşünülmesi gereken sorunu iyi bir insan olmakta. Dertlerinizden kaçmayın, hatalarınızdan da. Kısacık, boktan bir hayatımız var. Buna rağmen bu kısa hayatı iyi bir insan olmak ve yaşamın mutlu anlarını hatırlamakla, çoğaltmakla güzelleşeceğini unutmamak gerekiyor.

Herkesten bir şey öğreniyor insan.
Kimse mutlu olmanın ne olduğunu öğretemez ama paylaşabilir. Ve o zaman paylaşmak mutluluk vericidir.

Uzun konuştum. Teşekkür ederim dinleriniz ya da okudunuz. Zamanınızı paylaştınız yani. Siz olmasanız bile ben mutlu oldum.

25 Eylül 2021 Cumartesi

Neden Selçuk?



Selçuk Kent Belleği...

Eski tütün deposu. Kent Belleği Binası olarak kullanılıyor. Kentin tarihi ile Efes'in tarihi gelişimi, mübadele izleri, etnografik eserler sergileniyor. Zaman zaman resim sergileri, müzik performansları izlenebiliyor. Bazen yazarlar ile yüz yüze görüşme imkanı olabiliyor. Hepinizi bekleriz.

Muhacirler 1924 mübadelesinde gelmişler.
Gülcemal gemisi ile gelenler var. Onların hikayeleri de sergileniyor burada.

Selanik ve Girit ten gelenler var. Hikayeler çok acayip. İnsanlık pandemiye tutuldu, perişan oldu sanmayalım. Hikayeler çok acıklı, dokunaklı... Ama insanlık tarihi bu miras ile gelmiş bu güne.

Bana sorarlar sen niye gittin Selçuk'a diye? Oralı mısın diye. Yoo, ben çok sıkı bir Sarıyerliyim. Fanatik hatta. Ama buraya aşık oldum yıllar önce.
Sabahattin Ali hikâyeleri ile büyüdüyseniz bilirsiniz. Harika bir hikayesi vardır. Kırkınca ile ilgili
Kırkınca yani bu günkü Şirince. Sonuçta bu topraklarda hepimiz göçmeniz...

Bu ülkede bir il dışında tümünü defalarca gezdim. Yaşamımın 3 de ikisi dolaştım. Ören yerlerini, bazen dağlarını, bazen mağaralarını, yaylalarını... Kahvelerinde oturdum, herkesle sohbet ettim. Hikayelerini dinledim. Toroslarda göçerleri ziyaret ettim, çadırlarında konuk oldum. Karadeniz de fındık topladım. Bu toprakların insanlarına tutuluyor insan. Hele de biraz öncesine kadar daha saf bir dönemde yaşamış olmanın hazzına varmak ve herşeyi izlemek harika. Çok fazla hikaye biriktiriyorsunuz ve yığınla anınız oluyor.

Anlatacak çok şey var. Çok zaman beni susturmanız gerekebilir. Konuşmak ve yazmak aşırı şehvetlidir. İnsan tutamaz kendini. Bazen de paylaşmak gerekir hikayeleri. İnsanlık hikayeleri birbirine aktararak geçmişten bu yana yol almış. Bazen korkuyorum, zamanım kalmadı diye. Eyvah şu da vardı, ne yazabildim ne anlatabildim, yazık olmasın bari diye anlatıyorum. Hemen, acele 😂... tutma bizi arkadaş, yeter artık diyebilirsiniz.

Göçmenlerin bir suçu yok. Düşünün, ABD ve Kanada göçmenlerin oluşturduğu, büyüttüğü ülkeler. Bugünkü göçler tamamen kötü siyasetçiler ya da savaştan ve terörden beslenenler yüzünden oluyor. Sanmayın ki Suriyeliler buraya bayılarak geldi. Tıpkı koca İran'ı geçip gelen Afganlar gibi. Ya da yeni tür bir köle ticareti diye de bakmak lazım. 60 larda Almanya ya gidenleri düşünün. Alman ekonomisine yardım ettiler. Göçe zorlanan insanların çok azı zaman içinde mutlu olmuş. Her insan için iç acıtan yığınla hikaye oluşuyor.

Son sözü Orhan Veli'nin şiirine bırakalım:
Hanginiz bilir, benim kadar,
Karpuzdan fener yapmasını;
Sedefli hançerle, üstüne,
Gülcemal resmi çizmesini;

18 Eylül 2021 Cumartesi

Pamukkale, Bergama ve Assos


Bugün Pamukkale - Hierapolis var. Değişiklik yapayım dedim. 1.44 uzunluğunda bir filmle. Bir buçuk dakikanın biraz üzerinde. İngilizce ve müzik de bana ait. Aslında komple. Yapım ve yönetim de 😁 umarım seversiniz...



Bergama...
İncilde adı geçen Kıyametin Yedi Kilisesi'nden biri daha... Tarih ve doğası ile bildiğimiz, müzisyenleri, tulum peyniri ve helvası ile ünlü Bergama. Her geçtiğinizde bir günü ayırmanız gereken bir kasaba. Kozak Yaylasını da unutmayın...


Hıdırellez zamanı harika oluyor. Çingeler ellerinde müzik aletleri ile her yanı dolduruyor, çok sesli ve çok renkli geçiyor 6 Mayıs... Ören yerlerini onların eşliğinde gezmek de çok keyifli oluyor...


Assos - Behramkale


6 Eylül 2021 Pazartesi

Truva




















Heinrich Schliemann'ın Karısı Sofia ve Truva 'nın hazineleri... İlyada'dan Priamos 'un ülkesi Truva 'ya uzanan büyük hikayenin peşinde olacağım bu gün. Şahane bir hikayedir Truva'nın Hazinesi.

Söylenir ama gerçekliği bilinmez. Atatürk, Yunanları denize döndüğünde şöyle dediği rivayet edilir.

Hektor 'un öcünü şimdi aldım !
Demiş midir? bilinmez ama Homeros'un öyküsü ve hikayedeki kahramanlar olağanüstüdür.

Paris ile başlayabiliriz.
Truva Kralı Priamos'un küçük oğlu ve Kazdağların da çobanlık yaptığı zamanlara dönelim. Herkesin aşina olduğu isimler barındırıyor tüm hikaye...

Mitolojiye göre Truva ( Troya) Kralı Priamos karısı da Hekabe'dir. Tanrılar ve tanrıçalar Truva'ya karşı bir komlo kurarlar. Neden diye sormayın. Tanrılar ve tanrıçaların işine karışmak bana mı düştü. Olmuş işte... 
Hekabe bir rüya görür. Rüyada karnından çıkan bir ateş ve kent surlarından çıkan bir duman görür. Dedim ya, tanrıların işine karışılmaz...

Bir Oracle' a danışırlar tabi. Kahinin biri kraliçenin gebe olduğunu ve doğacak çocuğun kente bir felaket getireceğini söyler. Kehaneti kabul görür çocuk doğunca hemen Kaz dağında bir ormana bırakılır. Çocuğu bir çoban bulur ve onu himayesine alır. Bebeğin adı Paris'tir...

Ve yıllar geçer. Tanrılar boş durmaz tabi. Kral Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis evlenmeye karar vermişlerdir bu arada. Zeus'un isteğiyle Ares'in kızkardeşi Nifak Tanrıçası Eris düğüne davet edilmez...
Olacak iş değil tabi... Bu duruma çok içerleyen Eris, üzerinde en güzele yazan bir elmayı davetlilerin ortasına atıverir. Elmanın kime verileceği bilinmediğinden davetliler arasında bir kavga çıkar. Düğüne kimi çağırmanız gerektiğini iyi düşünürsünüz bundan böyle. Neyse en güzele yazıyor ya elmanın üzerinde, Athena, Aphrodite ve Hera aday gösterilir tabi. Sıkıysa bu kadınları aday göstermesinler. Tabi üçü de hem güzel hem de zeki kadınlar. Hemen Zeus'a başvururlar en güzel hangimiz diye. Zeus'da kaçın kurası, düşer mi bu tuzağa. Hemen der ki, Kaz dağında yaşayan Paris'in hakemliğine başvurun...

Adaylar bir ölümlüyü nasılsa kandırırız diye seçilmek için Paris'e vaatler de bulunurlar. Hera dünya krallığını, Athena zaferi, Aphrodite ise en güzel kadını vaat eder.
Uzadı demeyin. İşin içine tanrılar, tanrıçalar girince normal. Sonunda Paris elmayı hak edenin Aphrodite olduğunu söyler.
Aphrodite'in en güzel kadını, Sparta kralı Menelaos' karısı güzeller güzeli Helendir. Paris Helen'e aşık olur. Paris Helen'i Truva 'a kaçırır. Bildiğin saraydan kız kaçırma.

Truvalılarla Akhalılar arasında10 yıl sürecek ünlü savaş bundan dolayı patlak verir. Menelaos (boynuzlu ve mağdur koca) Miken kralı Agamemnon'un kardeşidir. Hem de Akhalıların komutanıdır. Yani Yunan yarımadası Truva'nın üzerine çöker.

Diyeceksiniz ki Truva nerede yahu. Tek kare görmedik. O bölüm sürpriz. Yarın küçük bir Troya filmi yayımlaya gayret edeceğim. Ama film benim ve sadece Hisarlık tepesindeki kalıntıları göreceksiniz. Üstelik Brad Pitt'de yok Neyse bu bölümü bitireyim. Savaşın 10. Yılında Agamemnon Akhilleus'un köle kızını yakalayınca savaştan çekilir.

Akilleus'da kim demeyin. Kral Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis'in düğününden bahsetmiştim ya işte onların yarı-tanrı oğlu. Buraya kadar kaçırmadan okuduysanız neden bu savaşta olduğunu anlamışsınızdır.
Ama yine dediğim sebepten Agamemnon 'a küser ve savaşa devam etmez. Tam o sırada en yakın dostu Patroklos savaşta ölünce-ki Hektor tarafından öldürülmüştür- kızar ve geri döner. Bu arada demirci Tanrı Hephaistos Akhilleus'a bir silah takımı yapar... Bu silahları kuşanan Akhilleus geri döner ve büyük Troya kahramanı Hektor ile bir düello yaparlar ve dostu Patroklos'un öcünü alır.

Bknz. Brad Pitt (Akhilleus) ile Eric Bana (Hektor) arasındaki kapışma.. Hektor'un cesedini at arabası arkasında Troya surları etrafında 7 kez döndürür Akhilleus. Priamos oğlunu gömmek ister ve Akhilleus bir cenaze töreni isteğini kabul eder.

Daha sonra tüm olanlara sebep olmuş olan Paris, yarı-tanrıyı öldürür. Bunun sonucunda Akhalılar bu savaşı kazanamayacaklarını anlar ve arkalarında ünlü Truva atını bırakıp donanmalarıyla gözden kaybolurlar... Truvalılar atı şehrin içine alırlar. Oysa ahşap atın içine askerler yerleşmişlerdir. Gece karanlığı bekleyen askerler, gizlice attan çıkıp şehir kapılarını açarlar. Sessizce dönmüş olan donanmanın savaşçıları da şehre girer ve büyük bir katliama girişirler...

Truva Heinrich Schliemann tarafından kazılmış- keşfedilmiştir. (1870-1890). Zaman içinde çeşitli ülke arkeologları tarafından da birçok kazı yapılmıştır. Arkeologların kazılarındaki buluntular sayesinde MÖ 3000 den MS400 kadar, her biri bir öncekinin üzerine kurulmuş dokuz katmanlı bir şehirdir karşımızdaki.

En önemli olan Schileimann ve onun hikayesidir.
Heinrich Schileimann bir yeni dünya fatihidir. Bir Conquistador !

Hakkında söylenecek çok şey vardır. Kendi kendini yetiştirmiş bir adamdır Heinrich Schliemann. 14 yaşından itibaren eğitimine ara vermiş ve fakat, atıldığı ticarette hem de kısa bir zamanda büyük bir servet sahibi olmuştur. Servetini bir düşün gerçekleşmesi için harcayacak adamdır Schileimann. Sanıyorum 9 dil öğrendi, eğitimini yarıda bırakıp. Çok zeki olduğu kesin olan bu adam sadece bir kitap okuyarak başladı macerasına...

Ne diyordum, ha Schilemann...
Arkeolojinin babası, eğitimsiz ama 9 dil bilen bu adam İlyada daki Odyseus un hikayesinin peşine düşer ve Truva hazinesini bulur. O kadarla kalmaz, Agamemen' nun ünlü altın maskını da..- Miken kazısı-

Odysseus Truva savaşına katılmıştır. İlyada anlatmak niyetinde değilim. 10 yıl süren savaştan sonra bir 10 yıl daha süren dönüş yolu ve başından geçen hikayeleri anlatır Homeros...
Mesela Foça'dan geçerken -Siren Kayalıkları'nın yanından- neyse bunu başka bir zaman anlatırım...

Heinrich Schileimann ve eşi

Schileimann 1870 de en ünlü kazısı olan Truva çalışmalarına başlamıştır. Schileimann'ın anlattığına göre, ortaokulda biraz eğitim almış bir değirmencinin ağzından Homeros 'dan dizeler duymuştur. Ki bu hiç duymadığı bir dil olan Yunanca idi. Schileimann içki karşılığında değirmenciyi konuşturup  Homeros'tan dizeler duymaya devam etti. İçki ısmarlayıp karşılığında duydukları onda farklı  düşünceler uyandırıyordu.

Daha sonraları gördüğü bir resim Troya'nın yeniden ayaklanacağı duygusunu uyandırdı.

Truva hikayesi yarım kaldı, biliyorum. Schliemann'ın hikayesine takıldım. Her şey akılda kalmıyor. Dün oturup adamın hikayesini 20 yıl aradan sonra bir daha okudum. Bu arada filmi aktarmayı unuttum. Artık kusura bakmayın. Küçük bir parça ama izlenebilir bir hale getirmek falan gerekiyor. Bu gün yarın hallederim sanıyorum.

Truva görüntüleri eşliğinde kısa bir film için söz vermiştim. Onu hatırladım. 1995-96 da yaptığım bir filmden kısa bir Truva görüntüsü paylaşıyorum...





4 Eylül 2021 Cumartesi

Gerçek Bir Hikaye















Aslında taa o zaman anlamıştım bu hayatın bana göre olmadığını. Taa o zaman anlamıştım da anladığımı anlamam bu yaşıma denk geldi...

Bahçedeki küçük kümeste yaşayan bir tavuk ve bir horozumuz vardı. Küçük güzel yumurtalar veren bir tavuk ve herkese dayılanan pek beter bir horoz. Öyle beterdi ki o küçük bahçeyi geçip eve girmek için ciddi bir mücadele vermek gerekirdi her seferinde. Üzerlerine atlayıp kaçırdığı komşular bile benden daha şanslıydı. Neyseki onunla konuşup anlaşabilirdi annem. Gülmeyin, bildiğiniz konuşurdu. Üstelik o konuşmada nasıl bir sihir varsa, bizim horoz kuzu gibi olurdu anında.. Biz üç kardeş çocukken 

Akşama baban geldiğinde söylerim bak!
cümlesine gerek duymayan bir annenin çocukları olarak buna da hayret etmezdik. Nasılsa annem üçümüzü de yeteri kadar korkutabilirdi.

Babam gelse de kurtulsak
gün içinde çok sık tekrarladığımız tek dilekti .. Neyse işte, galiba horoz da annemin tedrisatında o hale gelmişti.. Hatırladığım bizim horozdan nefret ettiğimdi. Bacaklarım, kollarım onun darbeleri yüzünden yara bere içindeydi..

Çok yağmur yağdığı bir günde kümesin ardında bulunan lanet duvar olduğu gibi kümesin üzerine yıkılıverdi. Pencerenin önünde oturmuş yağmuru seyrediyordum o sıra. Her şeyi gördüm... Duvarın yıkılışını, ev halkının dışarı fırlayarak çıkmasını, babamın kaldırdığı taşların altında ezilen tavuğu.. Yıkılmıştım.. Henüz o yaşta bilmediğim, daha sonraları filmlerden öğrendiğim bir kelime ile anlatıyorum ama ne yapayım. Kusura bakmayın artık, durumu en iyi anlatan kelime bu. Evet, yıkılmıştım...

Ve sonra mucizeyi gördüm. Mucizeyi, Nuh'un Kızıldeniz'i ikiye ayırması gibi bir mucizeyi. Henüz televizyon olmadığı için ortalıkta 

Hani çizgi filmlerde kedi üzerine düşen ağırlığın altında bir kağıt gibi ezilir ve anında hiç bir şey olmamışcasına silkinip eski halini alır ya 
cümlesini kullanamadığım için bir taş blok altında tamamen ezilmiş horozun çıktığını ve silkinip bildiğimiz o eski beter halini alışını görmemi mucize olarak niteliyorum burada... O beni didik didik eden, dışarı çıkarmayan içeri sokmayan acımasız horoz... 
Onu canlı gördüğümde o kadar sevindim ki, işte bunu şimdilerde bildiğim kelimelerle bile anlatamam.. O yaştaki bir çocuğu başka hiç bir şey sevindiremezdi bu denli...

Tam da o zaman anlamıştım bu hayatın bana göre olmadığını. İçimden ölse de kurtulsam dediğim düşmanımın (!) hayatta olmasına seviniyordum.. Anlamıştım da anladığımı anlamam bu yaşıma denk geldi..

4 Eylül Cumartesi.

3 Eylül 2021 Cuma

Perge.

















Hadi başlayalım...

Perge...
Antalya'nın 18-20 km. Kadar doğusunda yer alan, bir Roma kentinin ne olduğunu en iyi gösteren antik kenttir.

Perge'nin MÖ. 12.yy da Truva savaşından dönen Helen kahramanlar tarafından kurulduğuna inanılmaktadır. Ancak 1986 yılında yapılan kazılar, Perge'nin Hitit döneminde dahi varlığını sürdürdüğünü ortaya çıkardı.

Kent MS.2 ve 3. yy da Roma egemenliğinde iken en parlak dönemlerini yaşadı. 4. yy da hıristiyanlığı kabul etti ve bir yıl sonra da hatırı sayılır bir hıristiyanlık merkezi haline geldi. 7. yy da müslümanlığın yaygınlaşmasıyla eski önemi erozyona uğradı...














Perge'de bulunan yazıtlarda Plancia Magna adına sıkça rastlanmıştır. Bitynia valisinin kızı, Artemis'in baş rahibesi ve kentin hamisi olan bu kadın, anlaşıldığı kadarıyla kent  için önemli bağışlarda bulunmuş. Antalya Müzesinde bulunan bu heykelde ilk kadın  belediye başkanı yazıyor.

Bağış da bulunduğu için adına heykeller dikilmiş hatta kendisine Kentin Kızı adı verilmiş. Günümüzle kıyaslayın, Plancia Magna'nın yaşadığı günlerde, şeref belki de en üstün değerdi ve servet onurlu bir ün ile eşdeğerdi...


















Agora, MS 4.yy. da kentin iyice  büyüdüğü yıllarda, çevresi dükkanlarla, dükkanların önü ise sundurmalı sütunlarla çevrili inşa edilmiş..


















Agora'da bir dükkan girişi...


















Hatta yukarıdaki; bir çengel ve bir bıçak kabartması... Tahmin ettiniz tabii, bir kasap dükkanına ait levha.

Sütunlu cadde, 20 metre genişliğinde. Helenistik  kapıdan başlayarak kuzeydeki Nymphaion'a ulaşıyor


















Nymphaion: Çeşme ( kutsal pınar)


















Sütunlu caddenin üst kısmında, üzerleri kabartmalarla süslü bir kaç sütun bulunuyor.























Kabartmalı sütunların birinde, elinde yayı ve oklarıyla Artemis betimlenmiş...


















Anıtsal çeşme şehrin görkemli yapılarından. Anıtın ortasında nehir tanrısı heykeli yer alıyor.


















Sütunlu cadde  boyunca, çeşmeden başlayarak Helenistik kapıya kadar uzanan bir kanal yer alıyor. Kanal ne içme suyu taşımayı, ne de su boşaltmayı sağlamak için  yapılmış. Kanalın yapılış nedeni kenti güzelleştirmek ve insanları serinletmekmiş.
Zamanın kliması diyebiliriz...


















Bahsi geçmişken hamamı da şuraya koyalım.

































Perge'deki Roma hamamında zemin, havuzlar ve duvarlar mermer kaplı idi...


















Perge stadion. 

Bizden önce stad mı vardı? hepsini biz yaptık 
diyenlere duyurulur. Yapı 11.500 kişilik ve MS 2.yy yapısı. Şu anda bile kullanılabilecek halde.


















Perge'de gladyatör yarışmaları ve vahşi hayvan karşılaşmaları için bir amfitiyatro olmadığından, station bu işlevi üstlenmiş, bir çeşit arena olarak Romalılara hizmet vermiş. Tabi burada aslanların önüne atılanların köleler olduğunu söylemeye gerek yok.

Son söz; Perge'de görülen eserler, Romalıların nasılda ihtişamlı bir hayat sürdüklerinin göstergesi.  Ama bir de perde arkası var. Roma, bu gün bizleri hayrete  düşüren sanat eserlerini, büyük ölçüde kölelerin emeğine borçludur. Özgür bir Romalının günlük hayatta ihtiyaç duyduğu her şey en küçüğünden en büyüğüne kadar köleler tarafından yerine getiriliyormuş.
Eğer Roma devrinde yaşayan özgür bir vatandaş olsaydınız yapacağınız şey -tüm işleri köleleriniz yaptığından- büyük ihtimalle saatler süren ziyafetlere katılmak, ziyafetlerin getirdiği yorgınluğu hamamlarda gidermeye çalışmak, sıkılmak, sıkıntınızı gidermek için tiyatroya ya da stadiona gidip aslanlar tarafından parçalanan köleleri seyretmek olacaktır.

Perge'de gördüklerimiz, bize şunu  hatırlatıyor bir yandan da... Uygarlıklar kendi içlerinde bir şiddet barındırıyor...