20 Ekim 2023 Cuma

Bugün 20 Ekim, Cuma





Yeni yolları sevmiyorum. Tabi ki onların etrafı da imara açılacak pek kısa zamanda. Oralar da kalabalık olacak. Ama ileriki zamanlarda bizim 25 ile 45 yaşlarımıza denk gelen dönemlerimizde ki gibi bir sosyal yaşam olmayacak. En kabadayısından biçimsiz apartmanlarla dolacak etraf. Merakla beklediğim tek bir yol var. Ankara'dan çıkınca Kulu makasından Konya yönüne ayrılınca, yaklaşık 150 km. lik otoyol. Dünyanın en sıkıcı yolu. Görmemiş olanlar için söyleyeyim. Google haritadan bir baksınlar. Anlamsız düz bir çizgi görecekler. Ömrümü kısaltacak kadar sinir bozucu bir yol. Hadi Kulu enteresan bir yer. Bazen Olof Palme bisikletiyle şurada karşıma çıkacak diye düşündüğüm, Küçük İsveç benzeri bir yerleşim. O İsveç de gördüğümüz çatılarla her an karşılaşacağımızı bilmek güzel. Ama sonra her şey bitiyor. Koca ova, görüş mesafesi çok uzun. Ama ne bir ağaç görüyorsunuz, ne bir tepe. Bozkırın ortasında saatlerce sürdüğünü sandığım bir yol. Afakanlar basar bana her seferinde. Hiç bitmez o yol. Ne bir viraj, ne de bir yeşillik. Görmeye meraklıysanız arada bir yerlerde, rüzgarın kaldırdığı bir hortum izleyebilirsiniz. Hani şu Amerika da gördüğümüz arabaların ya da sığırların havada uçtuğu hortumlar gibi değil. O kadar kötü ki hayal bile görmeye engel oluyor. Ama bak şimdi beni harekete geçirdin. Yakında bir zaman içinde bir iki yol hikayesi karalıyayım.

Mırra..
Kahve severler kusuruma bakmasın. Neredeyse 50 yaşıma kadar hemen hemen içmedim kahveyi. Çok fazla çay tüketen biriydim ama kahve bana hep uzaktı. Hep anlatırlardı. Sigaranın yanında bir kahve içmek harika oluyor derlerdi. Nedense kahveye bir türlü alışamamıştım. Sevememiştim de...

Doksanların ortalarında TRT de yayınlanan bir aktüel belgesel çekmeye başlamıştım. Bu sebeple doğuya gittiğim bir yaz boyunca pek çok yeni şey öğrendim, yaşadım. Yeni dostlar, yeni yüzler, yeni insanlar...

Yeni maceralar, kadim kentler, eski bir tarih, değişik bir coğrafya, değişik lezzetler... Son yıllarda çok mecrada izlemeye alıştığımız türe hiç yaklaşmayan bir nazarla baktığım için olacak- eleştirdiğim için değil, tamamen başka bir dünya kurduğum için kendime- yemekten falan bahsetmeyeceğim. Daha önceden adını duyduğum ama tanımadığım, aynı dönemde bulunduğumuzu sandığım bir günde aslında çok farklı zamanları yaşadığımız bir kentte yaşadığımı paylaşacağım sizlerle...

Şimdilerde sanıyorum Harran Üniversitesine ait bir otele dönüşmüş olan eski bir konukevinde ekibim ve Urfalı ileri gelen dostlarla buluşmuş, akşam yemeğimizi yiyorduk. Neşeli bir akşam idi. Yemeğin sonunda garsonlar bir ikramda bulunacaklarını söyleyip uzaklaştı. Merakla bekliyorduk. Altında bir tabağı olmayan fincanlar geldi. Ardından ellerinde gümüş bir kupa ile servis ettikleri -başta kahve olduğunu sandığım bir sıvı ile,- geldiler. Sıcak, koyu renkli bir şey fincanlara dolduruldu. Konunun cahiliyim. Tabi önce bana anlattılar Mırranın ne olduğunu. Gelenek olduğunu, geri çevrilmesinin zinhar olamayacağını falan. Biraz acı olduğunu ama harika olduğunu ballandıra ballandıra anlattılar. E tabi gelenek madem kahve türü bir şey sevmem diyemedim. Çaresiz …

Altmışıma kadar her gün 50-60 fincan çay içerdim. Artık o alışkanlığımı kaybettim. 5-10 fincan. O da belki. Çaya beklerim ama...

Alışkanlıklara, geleneklere falan takılmamak lazım. Mesela Efes de bir amfora dolusu şaraba yarısına kadar bal karıştırırlarmış. Gelenek diye hiç denemedim !

Bu gün 20 Ekim, Cuma...
Kentlerle ilgili bir şeyler yazarım demiştim sizlere. Fakat anımsadığım çok şey doğrudan kimseyi ilgilendirmez diye düşündüm. Sanki çok eskilerde kalmış gibi her şey. Üstelik benim gördüklerim, başımdan geçen, kendi gezdiğim, sadece benim gözümden, benim sevdiğim ağırlıklı olarak antik şehirler falan. Dahası son günlerde bir takım haberlere şahit olunca niye benim anlattığım bazı kentler şimdiye ait değil. Mesela Efes antik kentinde yamaç evler ilk geldiğimde daha kazılmamıştı. İlk kazılar başlandığında ona şahit olmuştum. Aradan geçen yıllar boyunca bir yığın yapı ortaya çıktı. Sadece burada değil, mesela Laodikya' da henüz görülecek bir tek eser yoktu. Sonra iki tiyatronun bulunduğu ilk anlara şahit oldum. Magnezia' da, Philadelphia' da, Hasankeyf' de ...

Uzar gider. İstanbul-İzmir otobanı yoktu bile. İzmit körfezi arabalı vapurla aşılırdı. Pek çok yerde havaalanı yoktu. Yine pek çok yol henüz yapılmamıştı. Geçin onu, tasarlanmamıştı bile. Güzelim Mardin dev bir kayanın üzerinde oturan bir kentti. Ovada bir kaç baraka vardı. Van gölü etrafı boştu. Trabzon içindeki yolu hiç sormayın. O rezil dolgu yapılmamıştı. Ortakent' de daha 2 yapı vardı. Kasaba bomboştu. Akseki den geçtiğimde buraya niye yerleşmiş bu insanlar diye çok düşünmüş ve bir cevap bulamamıştım. Kleopatra ıle Antonius Tarsus a niye gelmişti diye sormuştum.

Şimdi şimdi anlıyorum. Herkes kendi başına bir devri, bir dönemi yaşıyor. Kendi gördükleri ile içinde bulundukları yaşıyorlar. Her biri farklı bir hayat yaşıyor, olayları farklı görüyor. Her biri bir diğerinden farklı, biricik insancıklar. Efes de yaşayanlar gibi. Zengin bir liman kentinde yaşayan insanlar gibi...

Yaşadılar ve dönemleri kapandı. Liman da öyle. Zamanında yolun karşı tarafındaki Artemission' u bir zincirle bağlamışlar liman tarafına. Şimdi yolun karşı yönüne yürüyerek geçtiğinizde şıp diye ulaşabildiğiniz bir yerde. Artemission' da devrini tamamlamış ve kazıldığında bulunabildiği haliyle şimdi bizim gözümüz önünde. Ki ortada gördüğümüz bir sütun mevcut. Bulunan kalıntılardan üst üste konmak suretiyle yapılmış.

Benim dönemim geçti. Yine de ben hatırladığım bir sürü karmakarışık anıyla kafanızı şişirmeyi sürdüreceğim.

Güzel söyledin. Herkes kendi kişisel tarihini yaşıyor. Nerede olduğu çok önemli değil. Soljenitsin İvan Denisoviç'in hayatında bir gün kitabında yazıyordu. Denisoviç sıradan bir mahkumdu bilirsin. Ama yazar dışarı çıkıp sigarasını yaktığı bir anı anlatırdı kahramanın. Cebinden sigarasını çıkardığını ve yaktığını. Kibritlerin tek tek kutudan çıkışı, sigaradan çektiği ilk duman... Çok uzun yıllar etkisinde kaldığım bir sahneydi. Aslında olay sadece şu kadardı. 

Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı 
dese yetecekti. Ama yazar o anı acayip bir betimlemeyle anlatmıştı.

5 Ekim 2023 Perşembe

Maho' dan Selamlar



2000 yılına dönelim. Bir yandan 80 lerin bir yerinde kafayı taktığım bir takım faaliyetler vardı. 2000 e kadar o konuda pek çok şey yapmış ve her zaman olduğu gibi artık biraz sıtkım sıyrılmıştı. Yeni fakat beni mutlu edecek bir şeyler peşindeydim. Neyse bir noktasından sanki bir geçmiş yokmuş gibi başlayayım. 2000 yılı yeni bir macera için çok uygun dönemdi. On yıl öncesinden tanıdığım bir kaç abim vardı. Turizm işinde. Aslında 78 de başlamıştı turizm ile ilgili girişimler. Herneyse kendi hikayemi bir kenara bırakayım ve Mahmut ile tanışmamıza geçeyim. 90 larda kurulmuş bir restorandı Selçuk daki Safran restoran. Turizm hiçbir zaman istikrarlı olmamış, en iyi dönemlerini arkada bırakmış bir dükkandı. Yine bir gün hikaye edeceğim ortağım ve yakın dostum Ali ile kafa kafaya vermiş ve o dükkanı işletmeye karar vermiştik. Selçuk'a gidecekken başka bir takım karışıkşıklar çıktı ve ben yola tek başıma çıktım. Her neyse gidip restoranı teslim aldım. İçinde küçük bir hediyelik eşya dükkanı da vardı. Aslında epey zamandır ülkedeki hemen her restoran içinde öyle bir yapı olurdu. Dedim ya işler kötü gitmiş bir süredir, personelin büyük kısmından da kurtulmaya çalışmışlar. 8-10 kişiyi işten çıkarmışlar. İşte Mahmut onlardan biri. Arap-Kürt karışımı kavruk bir çocuk...

Tabi personel bulmak kolay değil. İşten çıkartılanlar dahil hepsi ile görüşmek gerekiyor. Mahmut ile oturup konuştum. Adamı biraz olsun anlayınca - tanıyınca bir şimşek çaktı kafamda. Seni geri almak istiyorum dedim. Ama garson olarak değil. Hediyelik eşya dükkanında çalışmak üzere. Mahmut da tamam dedi ve başladık.
Ne buldun diyenler olacaktır. O Urfalı, ilkokul mezunu çocuk hiç ummazsınız ama 11 lisanı konuşuyordu 😉 tek sorun nasıl yazıldıklarını bilmiyordu.


Konuşuyordu derken müşteriler tamamen Fransız,Alman, İtalyan, İspanyol, Japon. Tabi bunlara zaman içinde Koreli, Uzakdoğulular ve Güney Amerikalılar eklendi. Sadece öğle servisi veren bir restorandan bahsediyorum. Bu gerçekten çok zor bir iş. Sadece konuşup anlaşmak yetmiyor. Bir de herbirinin esprisine katılmak ya da cevap yetiştirmek var. Mahmut çok kısa zamanda tüm restoranın en çok ilgi çeken, en sevimli adamı oldu. Adamda şeytan tüyü vardı.

03.10.2023 
Bir akış içinde toparlamak zor ama ara ara Mahmut ile yaşadığımız olayları kısa kısa anlatacağım.

Mahmut tüm bu dilleri nasıl öğrenmiş, merak etmediniz mi? Sadece duyarak ve tekrar ederek. Çok iyi bir huyu vardı. Mahmut hiç utanmazdı. Çok girişken bir çocuktu ve bana gülerler falan gibi kompleksleri yoktu. Daha önce hiç bilmediği bir şey duyduğunda onun ne olduğunu öğrenene kadar sorardı. Garip bir hafızası vardı. Öğrenirdi ama anlamazdı. Bir yanı çok saf ama bir yandan da aşırı hin bir adamdı. Ben yılın büyük bölümünde gelir giderdim Selçuk a. İnsanların hep yaptığı gibi sabah evden çıkıp işe gitmek gibi bir yaşantım çok olmadı. En azından 2000 den itibaren 18 yıl boyunca evden çıkınca 600 km sonunda işyerine ulaşırdım. Mahmut'un patronu da normal olacak değildi ya ☺️. Her orada olduğumda yapılacak bir şey yoksa koca bir bardak çayımı alıp herşeyi görecek bir köşeye çekilirdim. Bir gün 8-10 kişilik bir turist grubu gelecekti. Acenta haber verdi. Adamlar bürokrat falan aman dikkat edin diye. İyi, bürokrat ama ilk defa göreceğimiz bir grup... Çinli ! İşte yıllar sonra bir adamın neyi nasıl yaptığının her anını izledim. Çinliler sadece Çince biliyorlar ve bir rehberleri yok. Neyseki yiyecekleri belli. Adamlar yedi çıktı. Dükkana seğirttiler. Hah şimdi film başlıyor deyip bir koca çay istedim. Arkama yaslanıp sigaramı büyük bir keyifle yaktım. Mahmut, buldukları her şeyi ellerine alıp bıdı bıdı bir şeyler söyleyen Çinlilerin etrafında dolanıp duruyor. Hemen birinin elindeki küçük bir şeyi aldı ve ona ne dediğini öğrenmek için gözüne soktu! Yarım saat sonra Mahmut Çinlilerle Çince anlaşmaya başlamış ve her birine bir kaç parça hediyelik satmıştı. Çince ilk kez duyuyordu ve Çince ses çıkarabilmek bile çok güç bir iş. Düşünsenize, birbirine benzeyen ses dizilerini gırtlaktan çıkan ufak ses hareketleriyle birbirinden ayıran adamlarla konuşmaya başlamştı. Dahası da var. Ertesi gün Efesi gezen bir gruba denk gelmiş ve onlara da mangır satmıştı. O ne demeyin. Tüm turistik bölgelerde yapılan bir şey. Sadece ahlaklı değil ama bunu ben de çok gördüm. Restoran Çamlık köyünde, tren müzesinin dibinde idi. Bir yol Aydın a bir yol Kuşadası na bir yol da Selçuk merkezine ulaşan 3 yol ağzında bulunuyordu. Mahmut işten çıkınca her gün Kuşadası na doğru yola çıkar elindeki mangırları* yolda bulduğu turistlere satardı. Tüm gün ayakta çalışıp bir de her akşam 25 km falan yol yürürdü...

*Mangır eski para mı?
Eski olduğu sanılan. Tarihi para gibi olan paralar.
Bu arada tüm burası gibi tarihi ve turitik bölgelerde eski olduğu iddia edilen pek çok eser el altından turistlere okutulur. Haberiniz olsun

03.10.2023
Mahmut'un hikayeleri çoğu zaman pek komik ama bence fazlasıyla dramatikti. Bölgedeki macerası kötü bir evlilikle başlamış. Selçuk da yaşayan kendi gibi Urfalı bir hanımla evlenmiş. Sonra ne olduysa 2 çocuğun üzerine ayrılmışlar. Ben tanıdığım zamanlarda Adalı bir kadınla evlenmişti. İlk boşanması sonucunda -kendi ifadesi ile- bunalıma girmiş, arabasına atlayıp köprüden atlamak için İstanbul'a gitmiş. Ne yalan söyleyeyim o tarihlerde günlük olaylarla ilgili birşeylerden hiç haberim olmazdı. Belki hatırlayan olacaktır. Bizimki köprüden atlamaya kalkmış. Tabii o günlerde bu olay tv haberlerinde epey geniş bir yer almış. Netice de yanımda çalışırken heyecanla anlattıklarından biz de öğrenmiş olduk... 

Restoran 600 kişi kapalı bölümü, 200-300 kişi de açık alanda hizmet veren olağanüstü güzellikte bir yerdi. Ünlü tren müzesi ile yapışık, ağaçlar içerisinde çok sevimli bir konumdaydı. Belki bilenler vardır. Müze girişi ile bizim çıkış kapımız yanyana idi. Çıkış kapısından girince ilk olarak Mahmut'un çalıştığı dükkan bulunurdu. Küçük, ahşap bir merkez ve etrafındaki sevimli alana tenteler altında bulunan pekçok stantdan oluşan bir dükkan. Sabah oradan girerdim. Mahmut beni kapıda sarılarak karşılardı. Sarılmak öyle bildiğiniz bir şey değil. Koskoca Maho Ağa paçalarıma yapışır, babacığım hoşgeldin derdi. Hemen koşar bana gazeteleri, rezervasyon listesini ve çayımı getirir, sigaramı yakar ve çeşitli komiklikler yapardı. Dedim ya. Aslında çok eğlenceli bir çocuktu☺️ 

Yine bir sabah restorandan içeri girdim. Günlerden Perşembe idi. Mahmut sundurmanın altında simsiyah bir yüzle oturuyor. Çok şaşırmıştım. Ne oluyor yahu diye sorduğumda ifadesi hiç değişmeden kapkara ve asık bir suratla hiç birşey yok! Dedi... Bunu pek önemsemedim. Zaten ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi günün ritüelleri ile başlayıp yüzümüz gülerek , mutlu bir şekilde kapattık dükkanı. Gün içindeki komik olayları anlatmak hoşuma gider ama pehlivan tefrikası gibi uzar gider. Şunu belirtmeliyim. Burada sezon Nisan başında başlar Kasım a kadar sürerdi. Baştaki ve sondaki 2 ay zaten yüksek sezon olup en yoğun en civcivli ve en eğlenceli zamanlardır. Herkesin yüzü gülüyordur.Fakat ne olduysa bir sonraki Perşembe günü de aynı şey oldu. Mahmut yine kapkara, asık bir yüzle aynı şekilde dizlerini kırmış oturuyordu. Doğululara has bir oturuş şekli var ya 🤔 Hani Züğürt Ağa da falan çokca gördüğümüz. Neyse bu sefer meraklandım. Yine sordum. Yine aynı cevap. Birşey yok... o gün erken indim Selçuk a. O gün muhabbetine şahit oldum. Burada Cumartesi dışında Çarşamba günü de pazar kurtulurmuş.

O akşam çarşıda her zaman takıldığım meyhane de feneri söndürdüm. Ali Usta ve aşçısı rahmetli Ahmet ağabey ile birkaç kadeh rakı eşliğinde lezzetli bir akşam geçirdiğimde artık zihnim açılmış ve olan biteni anlamıştım. Bir sonraki Perşembe ise yine Mahmut o kapkara haliyle beni karşılayınca film koptu. Ensesine hafiften bir şaplak atıp 

Gel bakayım  
dedim. Mahmut! Karınla aranda ne geçti? Maho, o kara suratı ve anlamaz gözleriye bana yok birşey derken ben devam ettim. Oğlum senin eski karın hâlâ Selçuk da mı yaşıyor? Diyince, o şaşkın bir ifadeye büründü. Özetledim... Eski karın her hafta çarşamba günü pazara çıkıyor. Ve şimdi karın onu görüyor. Sonra da akşam sen eve gittiğinde suratını bir karış asıyor. Bitmedi. Gece de arkasını dönüp…

Sonra ben kalkıp işimin başına dönünce ardımdan seğirtip 

Babaa, sen bunu kimseye söyleme 
deyip paçama sarılıp gülmeye başladı. Bu Maho ile maceramızda bir dönüm noktası oldu.

Hep söylerim. Keşke günlük tutmak gibi bir alışkanlığım olsaydı. Bu iş acayip bir disiplin gerektiriyor. Haldun Taner demiş ya... Hergün daktilomu balkona atar yazarım. Hiç bir şey aklıma gelmezse bile etrafımda gördüklerimi mutlaka yazarım diye. Sütçü geçti az önce elinde güğümlerle falan gibi şeyler. Ben gazla çalışıyorum. Eksik olmayın, sizler de çok zaman beni harekete geçirecek motivasyonumu arttıracak sözler ediyorsunuz. Sağolun


9 Ekim 2022 Pazar

What's your name?

"Can."

"So like John?"

"A bit but pronounced Can."

"So how is that spelled?"

"C-A-N"

"So "can" then?"

"No, in Turkish the letter c is like a j but harder. Like Jan in January but the a as in hard."

"So your name is spelled J-A-N."

"Are you fucking kidding me?"

13 Mayıs 2022 Cuma

Kuzine




Sobalar ile ilgili paylaşımlarınızı gözlerim dolarak okudum. İyice emin oldum ki insan hayatı 3 evre. En çok özlenen çocukluk olmalı. Benim için maşinga, anneanne, babaanne demek. Çünkü onları hatırlatıyor bana. Çocukluğumu...

Ne mutluyum ki Selçuk'a gelerek çocukluğuma döndüm. Anneannemin evi ortasında bir dut ağacı olan avluya açılırdı. Çok da sevmezdim ama ortada yanan bir soba bulunurdu. Hatırımda her şey...

O denli bağlıymışım ki yirmibeş yıl önce buraya geldiğimde elime bir balon tutuşturulmuş gibi mutlu olmuştum. Mahalle arasında, yüz yıllık bir ev buldum. Avlusu olan, soba bacası bulunan bu ev beni 1960 lı yıllara götürdü. Anneannemin iki katlı, içinde dut ağacı olan avlulu evini bulmuş gibi olmuştum...

Oysa ben şehrin tam da ortasında olan bir evde yaşamaktan hep memnun olmuş bir adamdım. Hatta çok fazla mutlu olduğum bir durumdu şehrin ortasında yaşamak. Taksim'e yürüyerek gidebiliyordum, Beşiktaş'a, Nişantaşına'a da, Maçka'ya da...

Etrafta olan biten herşeye şahit oluyor insan bu durumda. Büyük bir olay yavaş yavaş gençliğin başlangıcındaki bir çocuk için. Ancak bahsettiğim üç evrenin ikincisine girmiş biri için geçerli bu durum.

Şimdi üçüncü evredeyim ve çok da mutluyum. Maşinga mı dersiniz, kuzine mi bilmem ama anneannemin evi gibi bir evde yaşamak ve o sobanın başında zaman geçirmek büyük bir mutluluk. Bacasından duman tüten bir ev görmek insanı mutlu ediyor. Orada yaşayan insan olduğunu bilmek harika bir duygu...

29 Eylül 2021 Çarşamba

Zülfü Livaneli



Beni uykusuz bıraktı bu anıları hatırlama işi. Yıllardır ilk defa uyuyakaldım. Anı çok ama hatırlamak çok zor oluyor kimi zaman. Lanet internet yoktu o zaman. Benim de içinde bulunduğum olaylar daha çok görüntüye dayanıyor. Normal insanlar anılarını yazmışlar hep. Mesela aziz Paulus'un yolculuklarını Eusebius'un I. Yy da yazdıklarından öğreniyoruz.

İnternet arşivleri çok yeni. Aklınıza gelen herşeyle ilgili bir doküman aradığınızda yakın tarihler ile ilgili şeyleri bulabiliyorsunuz. Keşke ben gençken olsaydı tüm bu kolaylık diyorum ama benim yaşadığım hayatın tanığı olması zor. Ne yapalım. Geç başladık anlatmaya. Çok kereler anlatmışımdır ama siz de o aralarda yoktunuz. Yeniden eski zamanlardan biriyle konuşup canlandırmak isteği oluşuyor ama dönüp baktığımda ya ölmüş oluyorlar ya da... ölmüş oluyorlar...

Eski yıllardı. Zamanı siz bulun. Koral Sarıtaş'ı hatırlayan dostlarım gibi.
Koral, Marşandiz müzik gurubunun bir üyesi. Henüz gurup üyesiyken yine hatırlayamıyorum hangi parça olduğunu, bir parçalarına klip çekmiştik. Oradan tanışıklığımız var. Levazım sitesinde bir yönetim ofisi vardı Koral'ın. Henüz klip olayları patlamış değil. Orada görüşüyoruz. Zülfü abi ile tanışmanız lazım dedi bir gün. Livaneli bu, gurur duyarız falan.Sizi anlar, çok donanımlı adamdır falan. Bir şarkı kaydı verdi. Biz hemen oturduk, çalışmaya başladık. Heyecan var. Zülfü gözümüzde çok parlak görünüyor. Fransa dan yenilerde gelmiş.

Oğlanlar, Marşandiz yani çok şahane herifler. Yetenekli, eğlenceli. Biri Tanju idi hatırladığım. Türk müziğinde yeni ve modern keşifleri olan biriydi. Davul çalardı galiba.
Öbür ikisi hatıramda yer etmemiş.

Neyse uzatmayayım. Kalktık gittik randevuya. Orhan abim ressamdır aynı zaman da demiştim sanırım. Ben biraz Fransa hakkında çalışmıştım. Hoca da storyboardlar hazırlamıştı
Zülfü geldi. Tanıştık. Sohbete başladık. İşte benim dostlarım şöyledir böyledir diye bizi Zülfü'ye beğendirmeye çalışıyor Koral. Ama adam işte bu Türk sineması falan, çok yetersiz, çok kültürsüz filan başladı. Beni tahrik eder öyle şeyler. İçim biraz tuhaf oldu. Sonra Orhan hocam çizdiği storyboardları koydu masaya. Vallahi abartmıyorum, çok yetenekli adamdı. Gözlerim doldu gördüklerimden. Zülfü de şaşkın bakıyor öyle. Ben aldım sazı elime. Rimbaud 'dan girdim Aragon'dan çıktım. Zülfü bu, herboku biliyordur sanıyorum. Onca zaman Fransa'da kalmış ya. E işte solcu falan. Sempatimiz de var.

Sona Truffaut'yu bıraktım. Sinema, sembolizm, güçlü imajlar falan. Ben bile kendimden etkilendim. Adam hiç bir şey anlamadı yahu...

O hâlâ Yeşilçam a bok atıyor. Beni gıcık etmeye programlı sanki... Sonra bir süre durdu ve bize dönerek kızımın şöyle bir parçası var, ona klip çekin. Ben de görmüş olurum hem. Beni de ikna edersiniz dedi. Ulan sen kimsin be demedim ama her an ağzımdan bir şey çıkacak gibiydi. Yeniden buluşma ayarlandı. Aylin in klibi için...

Adam Fransız şiiri ve şairler konusunda tınn, sembolizm hakkında bilgisi yok ya da ilgisi yok. Yıllar sonra da benzer durumlar yaşadım. Çok hızlı karar verdiğimi sanıyordum. Hemen herkes için kaşının 0stünde gözü var diye listeden siliyorsun oğlum diyerek kendime kızıyordum. Zülfü hakkında hiç yanılmadığım konusunda eminim.



Yukardakini çalışıp Zülfü'nün karşısına yeniden çıktım.

François Truffaut çok değerli bir yönetmendir. Les Quatre Cents Coups-400 Darbe anlamına gelir. Fransızcada 400 darbe okulu kırmak anlamında bir deyimdir. Aylin'in şarkısı da Okulu Asardım adında bir şarkı.
Siyah beyaz, çok iz bırakan bir filmi Truffaut'nun filmi.

Filmi biliyorum. Küçük bir çocuk bir gün okulu kırar o gün annesini biriyle yakalar. Sonra da bu travma çocuğu yıkar.
Adam bunu bilmiyordur inanışım çok sağlam. Ben de Yeşilçam emekçilerinin intikamını almanın peşindeyim.

Neyse işte gördüğünüz bu klipi çektik. Çok eski zamanlar. Sevgilisi var bizimle birlikte.

Çektik, yayınlandı. Zülfü beğendi iyi mi 😳
Tamam dedi benim şarkımın klibini de siz çekin...
Genç ve ateşli olduğum yıllar. Fazla karışmadım hikayeye. Orhan abim yazdı, çizdi ve sadece çekim boyunca sessizce izledim.

İşte yine geldik zurnanın zırt dediği yere. Montaj zamanı... Her film montajda belli olur. Bknz, Antonioni...

Antonioni'ye film nasıl oldu diye soruyorlar. O da cevap veriyor; bilmem, masada belli olur...
Montaj zamanı Orhan hoca ben gelmeyeceğim. Montajı sen yap dedi bana. Hocam film senin dememe rağmen oğlum sen artık yönetmensin, zamanlaman çok iyi. Git ve yap. Zaten ben bir süredir kendimi tutuyorum. Dayanamam. Hallet dedi. Haber geldi bu arada, Zülfü aramış. Montajda bulunmak istiyor. Al bakalım şimdi. Ben yönetmene karışmam sadece nasıl gidiyor görmek istiyorum. Ekibe güvenim tam demiş.

Sonuçta masaya ben oturdum. Abarttığımı düşünmeyin, masada çok iyiyim. Saniyede 25 kare geçiyor o zamanlarda. Her kareyi sayarım. Oturup sayıyor değilim. Bu garip bir duygu işi. Operatörden iyi görüp hissediyorum.
Montaja başladım, Zülfü geldi. Sanıyorum parça 3 buçuk dakika sürüyor. Akşam saatlerine kadar 2-2.20 kısmını bağladım. Adam arkadan izliyor. Her dakika takdir, teşekkür falan. Çok iyi gidiyor, bayıldım filan

Gece yarısına doğru izin isteyip kalktı. Yine övgüler, teşekkürler falan. Siz bitirin dedi. Güvenim tam, tekrar teşekkür ederim dedi ve gitti
Sabahın ilk ışıklarına kadar çalıştım. Bitirdim ve masteri elime aldım. O çok şahane bir andır. Bir pastaneye girip kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırdım ve evime doğru yola çıktım

Gelelim sona. Bitmiş işi gazeteye gönderirsiniz demişti Zülfü. Ben eminim. Temiz işti. Zaten Aylin'in klibini de bayılarak beğenmişti. İçim rahat. Sonra gazeteye (Sabah) gönderdim.
Adam telefon edip yeniden teşekkür manzumesini sürdürdü ilk bir iki gün. Sonra ses çıkmaz oldu.

Merak ediyorsun tabi. Derin bir sessizlik sürdü bir süre daha
Sonra bir gün tv da bir klip gördüm. Galiba Hakkari'de Bir Mevsim filminden parçalar falan
Ya da değil. Benzeri bir film. Zülfü bir ara film falan yapmıştı. Ama oyuncu ama yapan adam olarak. Oraları hatırlayamadım

Çok da önemli değil. Bir şekilde ulaştım. Ben klibi beğenmedim dedi. E niye peki. 10.000 teşekkür filan, övgüler şu bu. Ne oldu?

Gazeteden arkadaşım Savaş ile izledim. O beğenmedi dedi. 😳
Ulan diyorum sanatçı olan sensin, bir kısa film hakkında konuşmak Savaş Ay'a mı kaldı?

Meğer kalmış.
Bazen edebiyat, sinema, sanat üzerine konuşacak olduğunu sandığın adamların hiç de sandığın adam olmadığını farkedersin ya. İşte öyle bir andı. Esen, kusura bakmadın herhalde...
Birileri için, tanımadan yargıda bulunmak her zaman doğru sonuç vermez. Böyle bir şeyle bitireyim. Rıza Silahlıpoda'yı bilirsiniz. Şarkıcı Nilüfer ile mi evlenmişti hani...

Galiba doğru hatırladım bu sefer. Gerçi kim kimle evli bilmem. Ama adama acayip gıcıktım. Tanımadan önce. Sonra tanışınca gördümki, bu tevazu, bu incelik, nezaket, kibarlık falan. Adam bu dünyadan olamaz dedim.

Ha evet. Şahane bir adamdı. Hakkında çok yanıldığım insanların belki de birincici olmalı.
Önceden karar vermek yanıltıcı olabiliyor. Sentimental davranışlar içinde bulunduğum doğrudur. Aklın duygularına baskın olduğu zamanlar şart.

28 Eylül 2021 Salı

Bugün Uğur Dündar.



12 Eylül sonrası. Turgut Özal cumhurbaşkanı artık. O yıllar yani. Hepiniz oradaydınız. Hatırınızda. Yani zamanı aşağı yukarı bilirsiniz. Henüz hızlı bir giriş yapmamıştı özel kanallar. TRT'ye freelens çalışıyorum zaman zaman.

Küçük bir kaset çalarım vardı. Yanıma alırdım zaman zaman. Yine öyle bir gün. Stüdyolar katında bir küçük oda vardı. Stüdyo yönetmenleri odası. O gün boştu ve kendimi oraya atıp yalnız kalmak, büyük bir çay alıp sigaramı tüttürmekti olağanüstü planım...

Öyle yaptım. Bilirsiniz o kasetleri. Koydum teybe, bastım play tuşuna ve meşhur planımı uygulamaya başladım. Kapı açık dururdu. Gelen geçenden haberim olsun, ne olup ne bittiğini göreyim isterdim. İlle de Bahattin geçerse sohbete takılayım diye. Bahattin kısa boylu, ne dediği her zaman anlaşılmayan, komik bıyıklı, çopur tipli bir adamdı. Güvenlik görevlisi idi. Bayılırım öyle adamlara. Dedikoducu ama her olan bitenden haberdardı. Muhabbeti de eğlenceli. Ondan bir haftadır neler olup bittiğini şıp diye öğrenirdin.

Yahu hep dalıp gidiyorum. Ne anlatacaktım ne diyorum. Konu Bahattin değil elbette. Aklıma geldi, onu anlatmadan geçemedim.

Neyse, kapı açıktı. Çok net hatırlıyorum. Kafam önümde, kitap okuyorum. Bir yandan müzik dinliyorum. Fakat o ne? Kapının önünden üzerinde açık renk takımı olan, saçları uçuşan bir kız geçti. Rüzgarı beni uyandırdı anlayacağınız. Kız hızla geçti. Bir an bakakaldım bıraktığı ize. Kısa sürdü ama. Kız aynı hızla geri döndü ve karşımda durdu. Bana bakıyordu. Vay canına dedim. Kim bu. Sanki bir yerden tanıyordum ama bilemedim. Kim olduğu umurumda değil ama karşımda duruyor yahu. Kız içeri girdi birden. 

Sen kimsin? dedi.
İyi de sen kimsin? 
dedim refleks olarak. Gülerek -çok da güzel gülüyordu- 

Cansu ben dedi. Cansu Akbel. 
Kesinlikle miyoptu. Çok iyi biliyorum. 8 yaşımda takmıştım o gözlükleri. Hep miyoptum. Kimi görsem miyop mu değil mi bilirdim. Gözlerini kısarak gülen yüzüyle, 

Geçiyordum, müziği duydum. İlgimi çekti, hemen döndüm dedi.
Stüdyo yönetmeni sen misin? 
Hayır diyecektim ama ağzımdan ses çıkamadı. Hah tamam o halde. İzzet ağabeye söyleyeyim, gelsin yanına diyerek devam etti.

Tesadüfler güzeldir. Masanın üzerine uzanıp masanın üzerindeki telefonu kaldırdı. Dahili bir hat çevirdi ve karşısına çıkana 

abi hemen buraya gel. Çok ilgini çekecek bir şey buldum dedi.

O ilginç şey benmişim meğer. 
Biraz geçti, paldır küldür içeri bir adam daldı. İzzet Öz... 
Kızı o kadar hoş bulmuştum ki her olana anlamsız bakıyordum içeri girdiğinden beri. Neyse bizi tanıştırdı. Adam bu akşam bizimlesin dediğinde ayıldım. Anladım ki o bir süredir konuşuyordu. 😁 

Yahu ben o değilim diyeceğim ama fırsat olmuyor. Akışına bırak oğlum dedim kendime. Nasılsa biri gelir, ben de çıkar giderim hiç ses etmeden. Meğer adam Arena isimli canlı yayın yönetmeni imiş. Ve beni de stüdyo yönetmeni sanmış. Birazdan Uğur abi gelecek. Onunla tanış, sonra oturur yayında ne yapacağımızı konuşuruz dedi...

İşim olmayan iş, üstüme kaldı kısaca. Kulakları çınlasın Cansu Akbel 'in. Tabi o bilmez böyle olduğunu. Neyse Uğur abi geldi. Tanıştık, uzun uzun iş hakkında konuştuk. Aslında ben stüdyoda ne olduğunu biliyorum ama işin nasıl olduğundan bihaberim. O sırada Talip geldi. Yani stüdyo yönetmeni olan arkadaşım. Hemen ona bana kısa bir kurs göstermesini, bunun özel bir şey olduğunu falan anlatıp ikna ettim. Sonuçta evine dönecek ve yatacak, ben de bu angaryaya atlayarak onu kurtaracak olan enayiydim...

İlginç bir deneyimdi. Kimyasal bozunma ile ilgiliydi konu. Kimyasal atıklar falan, olmayan arıtmalar şu bu... 2 saati aşkın bir canlı yayındı.

Neyse yayın bitti. Herkes sarılıp öpüştü, birbirlerini alkışladı. Aklıma Ateş Nesin'den duyduğum bir hikaye geldi. Aziz Nesin'in Rusya da aldığı bir ödül sonrası havaalanındaki veda töreni geldi. Hani ustayı yolculamak için gelen heyetin uzun kalabalığının sonunda üç kız hostes beklemektedir. Aziz Nesin de iç geçirerek sondaki kızları gözönünde tutarak bu erkek erkeğe vedaya sarılıp öpüşerek katılmayı gönülsüzce kabullenir ya. Aynen öyle bir durum. Bilirsiniz Ruslar iki yanaktan sonra😂😂... Ben de aynı durumdayım. Siz hiç genç olmamış gibi kıs kıs gülmeyin. Her şeyden haberim var😉

Bu kadar lafa ne gerek var demeyin. Durumu tarif etmek sonunda olanları anlatmak için gerekiyor.
Neyse ben gönlümdekini aldım. Koridora çıktım. Uzun bir koridor vardır stüdyolar çıkışında. Uzun bir borunun içindeymişsiniz gibidir. Bir ucunda küçük bir masa vardır.
Hemen oraya yığıldım. Hep yaptığım gibi sigaramı yakıp büyük bardaktaki çayı önüme çektim.

İnsanda keyif bırakmazlar canım. Yahu daha iki yudum almıştım ki masadaki telefon durmadan çalmaya başladı. Ulan sana ne? Elini sürme işte, çalsın dursun. Öyle olmuyor. Zaten bu canlı yayın çok yorucu bir işmiş. En azından biraz kafam dinlensin diyerek telefonu açtım...
Santralden arıyorlar, yırtınarak. Aman Uğur ağbi nerede diye. Çabuk bulun, cumhurbaşkanı arıyor diye...
Ben ne bileyim. Kafayı kaldırdığımda tünelin ucunda kapılardan birinden, takım elbiseli birinin çıktığını farkettim. Seslendim, duydu geldi. Ben oturuyorum. Uğur Dündar tepemde. Cumhurbaşkanı seni arıyor deyip ahizeyi uzattım üstada..

Ben oturuyorum dedim ya. Bilirsiniz ufak tefek bir adamım. Uğur da tepemde, ayakta duruyor. Adam heyhüla gibi. Eski telefonları hatırlayın. Kocaman siyah bir şey. Bir de kablosu var.

Kablo kafamın üstünden uzayarak Uğur'un elindeki ahizeye ulaşıyor. Yine bilirsiniz o spiral kablolar hiç düzelmez, hep karışıktır. Konuşma başladı bu arada. O iki metrelik adam telefonda konuşurken aceleyle cekedini ilikledi, eğildi ve öyle konuşuyor. Bir yandan da bana bir takım işaretler yapıyor. Şahane, harika, tebrikler falan. Sağolun sayın cumhurbaşkanım, sağolun varolun falan diyerek. İlginçdir bir yandan da eğilmeye devam ediyor. 15-20 dk sürdü konuşma. Sona geldiğinde teşekkürler, saygılar falan diyerek eğildiği yerden yukarıya, bana telefonu uzattı.

Adam İstanbul'da, telefon Ankara'dan geliyor. Cekedi ilikledi hadi diyorum ama bir yandan da her laftan sonra eğilerek saygı sunuyor. Sonunda oturan benden alçak bir hale geldi. Ayağa kalktıktan sonra sarılıp öpmese iyiydi.

Uzun bir süre buraya geldiğimizde bizimle çalış dediler ama bu benim işim değil dedim. Bir kaç program için yardımım oldu ama hep uzak durdum.

Ne anladım ben bundan diyorsunuz. Anlayacak fazla bir şey yok. Sadece aklınızda olsun. Her güzel kızı öpmenin peşinde olmak başınıza olmadık işler açar. Bu bir... 
İkincisi, bu kadar uzunsanız olur olmaz eğilmeyin. Kalkmanız uzun sürer. Kalktığınızda da eskisi kadar uzun olamazsınız...

27 Eylül 2021 Pazartesi

Sakıp Ağa
















Bir ara sevindirdiniz beni. Yazacaksınız diye epeyi ümitlenmiştim. Tamam, anladım. Ben zaten facebook, twitter falan yazıyorum diyorsunuz. Ama anlatıcılık öyle bir şey değil. Yüz yüze olmak gerekir. Ben size anlatıyorum mesela. Nerdeyse hepinizle yüzyüze oluyorum. Hem teşekkür borçlusunuz bana. 40 yıl önceki yüzlerinize karşı anlatıyorum. Gencecik, sağlıklı, henüz gülebilen yüzlerinize. Onu hatırlıyorum çünkü. Hafızam öyle çalışıyor. Mesela lise arkadaşlarımı, taa o zaman ki yüzleriyle hatırlıyorum. Daha kötüsü ilkokul arkadaşlarımı küçük birer çocuk olarak. Kiminle zaman içinde karşılaşsak, o gördüğüm son hali olmuyor kafamda. Hem zaten 60 lı yaşlarında bir yüzü gördüğün halde baktığın yüzün hep 18 yaşında görünmesinde ayrı bir güzellik var.

Neyse, yazın yahu ne olur. Söz veriyorum ben yazacağım. Memleket manzaralarından da bahsedeceğim, kendi hikayelerimden de. Anılar da olacak içinde. Sıkılırsanız söyleyin ama. Çünkü bildiğiniz oturup yazıyorum. Önce yazıp sonra kopyala-yapıştır yapmıyorum. Çalakalem yani. O yüzden söyleyin. Bir yerde durayım. 😁

Ama siz de yazın. Herkesin belki de unuttuğu hikayeleri vardır. Göçmenlik hikayeleri iyiydi ya işte. Kabul ediyorum, artık eskisi gibi her an yeni bir macera yaşamıyoruz. Genç değiliz artık. Durmuş oturmuş da olsa bizim de yaşadığımız heyecanlar var 😎😁. Vardır yani. Sizi gaza getirmek için ilk ben yazacağım. Şu köpekleri çişe götürüp geri gelince başlayacağım. Tabi bir fincan çay alıp, oturunca. Hatta aklıma eski bir anı geldi. Sakıp ağa ile ilgili. Görüşürüz...














Sanıyorum 89 yılıydı. Hep yaptığım gibi koca bir bardak çay alıp, İstanbul televizyonunun manzarasında sigaramı tüttürmeye çıkmıştım. Bilirsiniz, TRT hâlâ o şahane manzaraya hakim yerinde ama galiba Ayazağa bölgesine taşıyacaklar 😪. 
Neyse, konumuza dönelim. Atlı Köşk'te Sakıp Sabancı ile bir sohbet yapılacak. Dramatik ögeler falan var. Gidip bunu sen çek dediler. Orada işler nasıl yürüyor, bu başka bir yazı konusu. Bırakalım şimdi. Neyse ekiple birlikte yola çıktık. Atlı Köşke vardık. Bir yandan kafamda tasarlıyorum. Çünkü kafamda bir Sakıp Sabancı imajı var. Çok da sinirime dokunuyor. Benim için zor bir gün olacak diyorum. Bilenler bilir. Hem daha gencim hem de fevri biriyim. Tutamam kendimi diye endişeliyim. Kesin bir sorun çıkacağı inancını yaşıyorum. Ağa bizi kapıda karşıladı. İçimden numaracı herif diye söyleniyorum. Bir yandan da o güne kadar 75 kadar videoclip yönetmişim ama kendime güvenim her zaman olduğu gibi sınırsız gelmiyor gözüme.

Neyse, oturduk. Uzunca bir sohbet oldu. Adama olan bir kızgınlığım var ya, o bile geride kaldı. Araları nasıl dolduracağım hep onu düşünüyorum. Alt kattayız. Her yer resim galerisi gibi. Ayvazovski bu kadar resim yaptığından habersiz diyorum kendime.
Uzunca sürdü iş. Sakıp Ağa yardımcıya çay söyledi. Hem acıkmışım hem de çişim gelmiş bir yandan da. Yardımcı çaylar için çıkınca fırsattan istifade izin istedim. Atlı köşkün alt katı dev bir salon. Mecburen tuvaletin yerini sordum. Ağa bana tarif etti. Misafir tuvaleti varmış. Uzun bir yürüyüş yaptım ve tuvaleti buldum. Bir şok daha yaşadım orada. Kapıyı açıp içeri girince sağlı sollu Ayvazovskiler duvarlarda! Kabine girene kadar insan nerede olduğunu unutuyor. Neyse çiş iyice sıkıştırınca kendimi son kapının ardına atıverdim. Ulan bu ne?! Klozetin ardındaki duvarda bahsini bile duymadığım bir Ayvazovski karşıladı beni. Aklınızda olsun. İşinizi ya evinizde görün ya da sağda solda pek bir şey içmeyin. İnsan o resmin karşısında ne yapacağını bilemiyor.

Tabi bir yandan kapitalizmin zararları ve temsilcileri hakkında kendime bir söylev çekerken bir taraftan da resmin muhteşemliği karşısında aklım karışıyor. Uzatmayalım. İçerideki manzarayı anlatmak istedim, kusura bakmayın. Çıktığımda soğuk çaylar gelmişti ve uşak! beni bekliyordu. Ağa tepemde duran adama, 

Yahu Şu Emirgan fırınından geçende aldığınız poğaçalar ne oldu getir de yiyelim 
dedi. Al işte! Sinirlerim zıpladı yine. P...k bize bayat şeyler yedirecek diye ağzım burnum oynamaya başladı. Tamam şimdi tutamayacağım kendimi derken görevli 

Efendim onlar bayattır artık 
demez mi 😳. Boşver dedi ağa, çaktırmadan ağzının içinde mikrodalgada ısıtıver. Kimse anlamaz dedi. Yahu ben o tarihte Kızıltoprak da bir bekar evi tutmuşum. Microdalga falan da bilmiyorum. 

Ne diyor bu 
merakım kafama takıldığı için yeteri kadar bu kapitaliste dersini veremediğim için de huzursuzum zaten. Neyse ki henüz sigara içmek yasak değil. Hemen sakinleşmek için bir sigara yakıp rahatladım. 

Hadi gel 
dedi ağa bana. Yukarı çıkalım, ailemle tanış. Merdivenlerden çıkınca kapısı açık ilk odada kızlarıyla tanıştırıldım. Ve sonra zurnanın zort dediği yere geldik.
Ben de biliyorum, zırt dediği yer olduğunu ama durum tam olarak zort! Hemen yandaki odada bir tekerlekli iskemleyle hareketlenen bir genç bizi yolda karşıladı. Görüntüsü felaket idi. Ağa bana işte bu da oğlum dedi. Çok şaşkındım. Dahası birden adam bana sımsıkı sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamaz mı?!

Yahu daha gelirken yolda kendine vaaz veriyordun be adam. Ne olacak şimdi diye geçirdim içimden.
89 un o gününden bu yaşıma kadar öğrendiğim en gerçek şey şudur: Sen dertlerinle hep kendine acırken bilmen gereken gözünle görmesen bile her evde başka dertler olacağı gerçeğidir.

Evet kapitalizm berbat bir şey, kapitalistler boktan adamlar. Ama bu dünyanın en düşünülmesi gereken sorunu iyi bir insan olmakta. Dertlerinizden kaçmayın, hatalarınızdan da. Kısacık, boktan bir hayatımız var. Buna rağmen bu kısa hayatı iyi bir insan olmak ve yaşamın mutlu anlarını hatırlamakla, çoğaltmakla güzelleşeceğini unutmamak gerekiyor.

Herkesten bir şey öğreniyor insan.
Kimse mutlu olmanın ne olduğunu öğretemez ama paylaşabilir. Ve o zaman paylaşmak mutluluk vericidir.

Uzun konuştum. Teşekkür ederim dinleriniz ya da okudunuz. Zamanınızı paylaştınız yani. Siz olmasanız bile ben mutlu oldum.